top of page

Adaaam Sende…

  • Yazarın fotoğrafı: CÜNEYT KAHYAOĞLU
    CÜNEYT KAHYAOĞLU
  • 28 May
  • 2 dakikada okunur

Ülkemizde sabahlar, daima birbirine benzer: alarm çalar, kahve suyu kaynar, ekmek arası umutla evden çıkılır. Ama umut, çoğu zaman yolda düşer. Çünkü yaşadığımız ülke, çelişkilerle bezeli bir labirenttir adeta. Dışarıdan bakan birisi, insanların sıradan hayatlarına baktığında bir düzen sanabilir bu durumu. Oysa biz biliriz: Bu gündelik yaşam, aslında organize bir teslimiyettir. Yaşamak değil, tam anlamıyla idare etmektir.


Kaldırımda yürürken selam vermediği için tartışmaya giren biri, aynı gün bir devlet dairesinde başını eğerek saygı dilenmek zorundadır. Mahallesinde otoriteye kafa tutan kişi, iş yerine gittiğinde küçük bir amirin karşısında küçülmek durumundadır. Bir yandan herkes “ülkenin asıl sorunu eğitim” diye nutuk atar, öte yandan çocuğunu sınavsız bir şekilde bir yerlere yerleştirmek için kapı kapı gezer. Bu topraklarda herkes neyin yanlış olduğunu çok iyi bilir, ama kimse doğruyu uygulama riskini göze alamaz. Herkes konuşur, ama kimse bir adım dahi atmaz.


En acısı da budur: Makamlar büyüdükçe içlerinde oturanlar küçülür. Koltuk yükseldikçe karakterin yerini kibir alır. Herhangi bir koltuğa oturan birisi, o an, oranın “her şeyi bilen kişisi”ne dönüşür. Bilgi değil, bağlantı konuşur. Yetenek değil, sadakat değer görür. Diplomanın değil, tanıdığın gücün geçerli olduğu bir ülkede liyakat sadece sözlükte yaşar. Bu yüzden işler yürümez, kararlar işlemez, adalet gecikir. Çünkü o büyük koltuklarda oturanlar, o koltuklara değil, kendi egolarına hizmet eder.


Sokakta geçen insanların yüzünde belirgin bir yorgunluk var. Ama bu öyle bildiğimiz fiziksel bir yorgunluk değil. Bu, zamanın ağırlığını taşımanın yorgunluğu. Yaşayamamanın, hep ertelemenin, kendin olamamanın yorgunluğu. Her gün aynı iş, aynı kişiler, aynı haberler, aynı tartışmalar... Ve arada bir umut kırıntısı gibi yüzümüzde çakan bir gülümseme… o da yarım kalıyor çoğunlukla.


Bu ülkede insanlar yaşadıklarından çok yaşayamadıklarıyla meşhur. Yaşanmışlıklar değil, yaşanmamışlıklar biriktiriyoruz. İnsanlar düş kurmaya bile korkar olmuş. Çünkü biliyorlar: Düş kurmak önemli mesele. Aynı zamanda, gördüğün her düş, bir hatırlatmadır, gerçekte ne kadar eksik yaşadığımıza.


Sosyal hayatımızda görüyoruz. Kendi hayatını kuramayanlar, başkalarının hayatlarını denetlemeye başlıyor. Giydiğini, sevdiğini, güldüğünü, düşündüğünü sorguluyor. Çünkü bir başkasının özgür fikirleri, kendi esaretlerini hatırlatıyor onlara. İnsana tahammülsüzlük buradan besleniyor ve kendine yetemeyen insanların, başkalarını yönetir konumda olması en büyük sorunumuza dönüşüyor.


Bu ülkede herkes bir şeyleri bekliyor: maaşı, torpili, seçimleri, bir gün olacak mucizeyi... Ama kimse kendi kendini beklemiyor. Çünkü kendiyle yüzleşmek cesaret ister ve kendin olmanın yolu, baş kaldırmaktan geçer. Maalesef biz, o cesareti sadece yankı odalarımızda gösterebiliyoruz. Sanal öfke, gerçek suskunluğu bastırıyor daima.


Belki de en derin çelişki burada: Herkes her şeyi biliyor ama asla hiçbir şey değişmiyor. Herkes bir başkasını suçluyor ama kimse dönüp, bir kere olsun aynaya bakmıyor. Büyük ve iddialı lafların söylenip, küçük ve kifayetsiz hayatların yaşandığı bir ülke burası…


Ve biz, onca yanlışın içerisinde, gülümseyerek tükeniyoruz.

 
 
 

Yorumlar

5 üzerinden 0 yıldız
Henüz hiç puanlama yok

Puanlama ekleyin
Çapa 1
bottom of page