AYNADAKİ YANSIMA: YALNIZLIĞIM
- Onur Şirin
- 1 Kas 2024
- 2 dakikada okunur
Kahvesinin son yudumunu alırken, pencerenin önünden çekildi. Aynada kendi gözlerine bakarak, yüzündeki çizgileri inceledi. “Yaş otuz beş yolun yarısı,” demişti Cahit Sıtkı, ama kendisi bu yarıdan çok daha uzaklarda bir yerlerdeydi sanki. Zaman, yüzünde derinleşen çizgilerle kalıcı izler bırakmıştı. O izler, gecikmiş bir dost sohbetinin, hiç yaşanmamış bir aşkın, yitirilmiş hayallerin izleriydi. Gözlerinde hafif bir yorgunluk vardı; içi dolmuş, ama bir o kadar da boşalmış bir yorgunluk.
Gün ışığı yavaş yavaş sokaklara akarken, düşünceleri yine etrafında dolanıyordu. Yalnızlık, ince bir sis gibi odasına yayılmıştı; görünmeyen ama her daim hissedilen bir varlık gibiydi. Yalnızlık, kışın odanın duvarlarına sinen soğuk gibi yerleşmişti ruhuna; dışarıdan belli olmazdı belki, ama içeriye girip o soğuk duvarlara dokununca anlardı insan. Yalnızlık, insanın kendi sesini duyduğu, ama aynı zamanda ondan kaçmak istediği bir yankıydı. Her düşüncesi, kendi içinde başka bir yankıyla çoğalıyor, büyüyor, koca bir sessizliğe dönüşüyordu. Sait Faik’in hikayelerinde geçen o sahil kasabasındaki balıkçı gibi, ruhu dağılmış, kendi limanına yanaşamıyordu bir türlü.
Küçük masasına oturup eski günlüğünü karıştırmaya başladı. Eski yazıları, anılarını, hayallerini, gençlik yıllarında geleceğe dair kurduğu cümleleri okuduğunda, sanki başka bir adamla karşılaşmış gibi hissediyordu. Onunla aynı adı taşıyan, ama ona hiç benzemeyen bir adamdı bu. Hayatın üstüne nasıl geldiğini, bu hayallerin nasıl yavaş yavaş un ufak olduğunu fark ediyordu. "Nerede kaybolduk biz?" diye mırıldandı, sanki kendi gençliğine soruyormuş gibi. Zaman denen kurnaz hırsız, hayallerini bir bir alıp götürmüştü ve ona kalan, yalnızca bir avuç eski anıydı.
Dışarıda, sokak lambaları sabahın ilk ışıklarıyla sönmeye başlamıştı. Yalnızlığının ona getirdiği o derin, ağır ama bir o kadar da tatlı bir sessizlik vardı şimdi. O sessizlik, yaşamın öteki ucundaki küçük detayları işitebilmesi için ona bir kapı aralıyordu. Belki de insan, ancak bu kadar derin bir sessizlikte gerçekten kendisiyle yüzleşebilirdi. Kendi içine inen ince bir kuyuydu yalnızlık. O kuyunun derinliklerine indikçe insanın kendi sesini daha iyi duyabildiği, kendi nefesini dinleyebildiği o serin karanlık...
“Belki de insan, kendinden bir başkasına karışamayacak kadar yalnızdır,” diye düşündü. Bir dost arayışı, bir sevda tutkusu, bir aile sıcaklığı... Bunlar hep yanılsamalardı belki de, geçici bir teselli... Hayat, tek başına başlanan ve yine tek başına sona eren bir yolculuktu. Oysa insan, başka insanlarda kendi yankısını bulmak için uğraşıp duruyordu. Belki de bu yüzden dostlukların, aşklar, ömürler hep yarım kalıyordu. Çünkü insan, en derininde hep bir yabancıydı kendine bile.
Raflardan eski bir fotoğraf albümü çekip karıştırdı. Gözleri annesiyle çekilmiş bir fotoğrafa takıldı. Elini fotoğrafın üzerine koyup parmaklarını resimdeki ince yüz çizgilerinde gezdirdi. Annesinin sıcak sesi kulaklarında yankılandı bir an için. "Anne," dedi sessizce, "bu sessizliğin içinde bana nasıl bir yol gösterirdin?" Annesinin yokluğunda onun öğütlerini arar olmuştu, ama cevap bulamıyordu. Yalnızlık, derin bir sessizlik, annenin eksik kalan sıcaklığıyla daha da ağırlaşan bir yüktü şimdi.
Aynı odanın içinde, aynı rüzgarın altında, aynı koltukta oturmak... Yalnızlığını odanın her köşesine serpiştirmişti. Fakat her şeye rağmen, yalnızlığının bu karanlık tarafında bile kendini buluyordu. Hayatta ona kalan tek gerçek dosttu belki de yalnızlık. Çünkü o, hiçbir şey talep etmez, onu sorgulamaz, değiştirmezdi. Yalnızlığının sessizliği, başka kimsenin dolduramayacağı bir boşluğu dolduruyordu. İnsan, ancak kendini kabul edebildiğinde huzur bulabilirdi ve yalnızlık, onun için bu huzurun yolu olmuştu.
Kendi kendine gülümsedi. "İyi ki varsın," dedi sessizce, içindeki boşluğa. Rüzgar, pencereyi hafifçe sallarken, odada bir başına kalmış bu yalnız adam, dünyaya kendi sessizliğinde bir selam gönderdi.
Tebrik ederim arkadaşım. Kalemine, yüreğine sağlık.