Bir Varmış Bir Yokmuş
- CÜNEYT KAHYAOĞLU
- 30 Haz
- 2 dakikada okunur
Günümüz şehirlerinin kalabalığına karışan insanlara, dikkatlice bakınca bir tuhaflığı hemen fark ediyoruz değil mi? Herkes aceleci, herkes meşgul ve herkes bir yere ait olmaya çalışıyor. Fakat o “yer”, giderek daha az somut, daha az tanıdık ve daha az gerçek sanki.
Eskiden insanların kökleri vardı: mahallesi, sokağı, komşusu, hatta manavı. Şimdi ise, bir apartman boşluğunda doğuyor, bir başka binanın merdivenlerinde yaşlanıyor, bir başkasının camından veda ediyoruz hayata. Yer değiştiriyoruz ama hiçbir yere de tutunamıyoruz sanki. Köklerimiz toprağın değil, kurye gibi gezip duran siparişler misali; adreslerimiz geçici, aidiyetimiz gerçek dışı.
Kentleşme, göç ve dönüşüm üçlüsü, bizi yeni hayatlara götürecek bir fırsat gibi anlatıldı yıllarca. Oysa o fırsatın basamakları, çoğu zaman birer kopuşa sürükledi bizleri. Köyünü, kasabasını, çocukluğunu bırakıp gelenler, betonla çevrili bu hayatta kendilerine bir “yer” açmaya çalıştılar yıllarca. Ama bu yer sadece bir konumdan ibaretti, sadece bir koordinat… Ruhun barınacağı bir ev değil, yalnızca kira kontratına yazılan bir daire numarası oldu artık evlerimiz.
Bizler, büyük şehirlerin kalbinde ama geçmişin uzağında yaşamaya mecbur bırakılmış çocuklarız. Geçmişin yükü değil bu elbette, eksikliği belki de. Büyüklerimizin anlattığı masallar yerine, sosyal medyada kaybolan hikayelerle büyüyoruz artık. Sokak oyunlarının yerini güvenlik kameraları, komşuluğun yerini ise apartman yönetimleri almış durumda. Herkesin birbirini izlediği, ama kimsenin kimseyi tanımadığı toplu bir kaosun içerisindeyiz artık.
Devletin siyasi politikaları, piyasanın kent hayali ve toplumun sessiz kabullenişiyle milyonlar, birbirine benzer evlerde, birbirine yabancı hayatlar sürdürüyorlar bugün. Göçmenler, öğrenciler, işçiler, beyaz yakalılar… Herkes bir yerden gelip başka bir yerde durmaya çalışıyor ama kimse tam olarak orada da değil maalesef. Fakat ne kadar çabalarsak çabalayalım, o eski taş duvarlı evin, büyüklerin anlattığı hikayenin, annemizin yemek kokan mutfağının sıcaklığını, hiçbir rezidans, hiçbir akıllı ev karşılayamıyor bugün. Çünkü yersizlik sadece barınacak bir çatıyla çözülmüyor ki; ruhun kök salacağı bir sığınak aranıyor çoğunlukla.
Kökler, sadece geçmişi temsil etmez elbette; aynı zamanda insanın hayata tutunduğu da bir yerdir. Ne geçmişimiz tam bizimle ne bugünümüz bize ait artık. Bu yüzden konuşmalarımız yüzeysel, ilişkilerimiz kısa, aidiyetimiz kırılgan. Kimliklerimiz kartvizitlere, hayallerimiz ekranlara, geçmişimiz ise zihnimizin arşivlerinde tozlanmaya bırakılmış durumda.
Oysa kök, sadece bir yere değil, bir insana da tutunabilir bazen. Belki de yeniden başlanabilir hala. Ve yeniden başlamanın yolu, bir toprak parçasına değil, bir sesin yankısına, bir hikayenin izine ve bir hatıranın sıcaklığına da ait olabilmeyi öğrenmekten geçiyordur belki de.
Kim bilir...
Yorumlar