Defterde Kalan Zaman
- Onur Şirin

- 10 Haz
- 3 dakikada okunur
Bir sabah, uykunun tam ortasından, içimde adı konmamış bir boşlukla uyandım. Perde aralığından sızan ışık, günün habercisi değil de, geçmişin gölgesi gibiydi. Sessizce odamın köşesine sinmiş, sanki geceden kalma bir hatıra gibi bana bakıyordu. Aynaya yürüdüm. Yüzümde tanıdık bir yabancılık vardı; dün gece kimdim, bu sabah kim oldum, bilemedim.
Çayı ocağa koydum. Pencerenin kenarına yerleştim. Karşı apartmanın balkonuna baktım. Ama... bir eksiklik vardı. Her sabah çiçeklerini sulayan yaşlı kadın yoktu. Balkon, öylece boştu. Belki hastaydı, belki şehir dışına çıkmıştı. Ama içimde, açıklanamayan bir şey kıpırdadı. Bir eksiklik hissi değil, daha çok... bir silinmişlik.
O gün, sokakta yürürken başka tuhaflıklar da fark ettim. Her sabah selamlaştığım manav, dükkânını açmamıştı. Hatta tabelası bile yoktu. Birkaç kişiye sordum. Cevaplar aynıydı: “Burada hiç manav olmadı ki.”
İçimdeki huzursuzluk büyüdü. Eve dönüp eski fotoğraflara bakmak istedim. Kitaplığın en üst rafındaki kutuyu indirdim. Aradığım fotoğraf yoktu. O manavla çekilmiş eski bir kare... hatırladığıma emin olduğum o an... yoktu. Fotoğraf albümünde bir boşluk, bir yırtık gibi hissediliyordu. Ama kimse farkında değildi.
Ertesi gün yaşlı kadının balkonunda saksılar bile yoktu artık. Balkonu boyamışlardı, yenilemişlerdi. Sanki hiç yaşamamıştı orada. Apartmandan birine sordum: “Burada yaşlı bir hanım vardı ya, çiçekleriyle ilgilenen...” Adam tuhaf tuhaf baktı. “Ne çiçeği, kardeşim? Orası yıllardır boş.”
O gece bir defter aldım. Silinenleri yazmaya başladım. Yaşlı kadın. Manav. Bir sokak müzisyeni. Hepsi birer birer yok oluyordu. Ve sadece ben hatırlıyordum. Kimse başka bir şeyden habersizdi. Haberlerde, gazetelerde, sosyal medyada tek bir iz bile yoktu onlara dair.
Bir süre sonra fark ettim. Bu yok oluşlar rastgele değildi. Hepsiyle bir bağım vardı. Kimisiyle konuşmuş, kimisinin gözlerine sadece bir kez ama dikkatle bakmıştım. Sanki onları hatırlamak bile yeterliydi onları ‘gerçek’ kılmak için. Şimdi ise unutuşun gölgesinde birer hayal oldular.
Her sabah uyandığımda ilk işim deftere bakmak oldu. Kalan var mıydı? Yeni biri silinmiş miydi?
Sonunda deftere kendimi yazmaya karar verdim. Sayfanın ortasına titreyerek adımı yazdım. Altına “Henüz değil... ama yakında” notunu düştüm. Aynaya baktım. Yüzümdeki çizgiler daha silikti sanki. Sesim daha uzaktan geliyordu. Bir ses, içimden, bir yırtık gibi fısıldıyordu: “Sen de onların yanındasın artık.”
Geriye kalan tek gerçek, bu kelimelerdi belki de. Bu yazdıklarım... Kim bilir, okuyan biri olursa belki beni hatırlar. Ve ben, bir süre daha kalırım bu dünyanın kıyısında.
Çünkü her gölge, bir zamanlar ışığın içinden geçmiş bir hayattır. Ve biz, gölgeleri kaydeden son bekçileriz.
...
Fakat sonra bir sabah... beklenmeyen bir şey oldu.
Defteri elime aldım. Yeni bir isim vardı orada. Benim yazmadığım bir isim: “Ece.”
Tuhaf bir korkuyla pencereden dışarı baktım. Karşı sokakta, köşede kitap satan kıza takıldı gözüm. Dalgın, rüzgârda uçuşan kitap ayracını yakalamaya çalışıyordu. Onu hiç tanımıyordum ama sanki hayatıma aitmiş gibiydi. İçimde güçlü bir his vardı: Onu unutursam, bir daha hiç kimse hatırlamayacaktı.
İçimde bir direnç doğdu o an. Silinmeye karşı değil, unutmaya karşı. Artık deftere sadece kayıpları değil, hatırladıklarımı da yazmaya karar verdim. Sadece isim değil; sesler, bakışlar, gülüşler... küçük detayları kayda geçirdim. Birinin göz ucundaki kırışıklığı, diğerinin telaffuzundaki “ş” harfini.
Zamanla defter büyüdü, kalınlaştı. Her sayfa, bir varlığı yaşatıyordu. Belki bir gün ben silinecektim. Ama bu kayıtlar, bir yerlerde kalacaktı. Biri bulursa, biri okursa... Belki dünya o an tekrar uyanacaktı.
Çünkü hatırlamak, bir varlığı yeniden kurmaktır. Çünkü unutan yok eder. Ama hatırlayan, kurtarır.
Ve defter... artık yalnızca bir nesne değil. O, hafızanın cismanî formuydu. Sayfaları arasında sadece kelimeler değil; zaman, kimlik ve insanlık saklıydı. Onu her açışımda, bir dua gibi ürperdim. Her satır, sessizce yok oluşa direnen bir kıtanın melodisi gibiydi.
Bazen defterin sayfalarından hafif bir sıcaklık yayılırdı. Sanki yazdıklarım yalnızca mürekkep değil, varlığın özüydü. Her harf bir nabız atışı, her satır bir soluktu. Defter, görünmeyeni görünür kılıyor; hatırlanmayana beden veriyordu. Artık yazmak, yaşatmak demekti.
Ve ben... kaybolmadan önce, hatırlamayı sürdüreceğim. Son satırı yazana dek. Çünkü bazen dünya, tek bir defterin sırtında taşınır.



👏👏👏