top of page

ZAHMET ETMEYİN LİDERİNİZ SİZİN İÇİN DÜŞÜNÜR

  • Yazarın fotoğrafı: Onur Şirin
    Onur Şirin
  • 6 Kas 2024
  • 2 dakikada okunur

Herkesin dilinde bir "gerçek" sözü var, ama bu "gerçek" dedikleri şey, pazarda satılan sahte çantalar gibi. Herkes, kendi gerçeğini pazarın ortasında bağıra bağıra satıyor. Siyasetçiler mi dersiniz, sivil toplum örgütlerinin başındaki muktedir şahıslar mı dersiniz; hepsi yalan rüzgarına kapılmış, kitleleri kendi menfaatlerinin arkasına dizmiş, yol alıyor. Neymiş? Halkı gerçeklere ulaştırıyorlarmış! Bu kadar trajikomik bir hikâye başka nerede görülür?

 

Descartes’in "Düşünüyorum, öyleyse varım," dediği zamanlar geçmişte kalmış. Bugün, "Düşünmeyin, biz sizin yerinize düşündük," diyorlar. İyi de düşünüp ne buldular? Koca bir boşluk! Sorgusuz sualsiz bir kitle yaratmanın, düşünmeyi ve sorgulamayı unutturmanın ustası olmuşlar. Sanki halk, liderlerin dudağından dökülen her kelimeyi kutsal bir emir sayacak da kendi aklını bir kenara bırakacak.

 

Sokrates, "Sorgulanmamış bir hayat, yaşamaya değmez," demişti. Bizim memlekette bu söz biraz ters çevrilmiş durumda: "Sorgulayacaksan önce hangi tarafta olduğunu söyle." Çünkü burada önemli olan, gerçeğin peşinde olup olmamak değil; kimin tarafında olduğun. Eğer yanlış tarafa düştüysen, Sokrates’i mezardan çıkarıp yeniden yargılarlar.

 

Platon’un mağara alegorisi mi dediniz? Mağara? Hah! Bırakın o mağarayı, koca koca sarayların içine kadar girmiş gölge oyunları oynanıyor. Işığı tutanlar ise gölgeyi kendi istedikleri gibi şekillendiriyor. Kitleler de "Ooo, bak bu gölge nasıl da gerçek!" diye alkış tutuyor. Gölgenin sahibine itiraz etmeye kalkan, kendini bir anda "hain" ilan edilmiş buluyor. Mağaranın dışında ışığı gören varsa bile, mağara ahalisi "Şüphe, düşmanın ekmeğine yağ sürer," diyerek susmasını sağlıyor.

 

Arthur Schopenhauer’in dediği gibi, "Gerçeği kabul etmenin üç aşaması vardır: Önce alay edilir, sonra şiddetle karşı çıkılır, en sonunda ise kabul edilir." Fakat bizde alay etmeye vakit yok, doğrudan şiddetle karşı çıkılıyor. Gerçeği söylemeye cesaret edenin sesi daha ilk cümlede kesiliyor. "Yoksa sen de mi düşünüyorsun?" diye bir korku yayılıyor. Gerçeğin yanında durmak bir tür delilik ilan edilmiş. Bu nasıl bir absürtlükse!

 

Nietzsche, "Tanrı öldü, biz öldürdük," derken, herhalde gerçekleri kendi ellerimizle gömdüğümüzü de öngörmüş olmalı. Bugün her türlü değer ve inanç, siyaset sahnesinde kendine bir kürk bulmuş, gösteriş peşinde. "Tanrı öldü" lafı kadar sert söylemler, yerini "Bizim doğrumuz öldürülmez" gibi absürt iddialara bırakmış durumda. E, kim ölü kim diri? Burada herkes bir cenaze merasiminde, gerçeklerse tabutun içinde.

 

Aldous Huxley, "Gerçeği eninde sonunda öğreniriz ama bilmek istediğimiz için değil; mecbur kaldığımız için," demiş. Bizde ise insanlar gerçeği öğrenmemek için dört elle cehalete sarılıyor. Huxley bir görseydi, "Yok, burada iş başka," derdi. Çünkü burada mecbur kalmayı da hallettik; her türlü mecburiyeti bile 'taraf' yapmak mümkün.

Son olarak Nasrettin Hoca’nın "Ye kürküm ye!" dediği o meşhur sözü hatırlayalım. Çünkü burada da kürk giymeyene laf düşmüyor. Kürk yoksa, gerçeğin sesini duymak isteyen yok. Artık hangi kürkü giyeceksen giyeceksin, yoksa seni soğuk bir gerçeklik bekliyor: Görmezden gelinmek! "Gerçekten mi konuştun?" diye bir sorsalar, kürkün altında kim var, onu da unutacak haldesin.

Kısacası, günümüzün hikayesi, 'kendi gerçeğini yarat' temalı bir aldatmaca. Perdeden çıkan gölgelerle yaşamaya devam ettikçe, gerçekle aramızdaki mesafe daha da açılıyor. Bu gidişle kendi yarattığımız dünya içinde kaybolacağız. Ta ki bir gün mağaranın duvarları yıkılana kadar…

 
 
 

Yorumlar

5 üzerinden 0 yıldız
Henüz hiç puanlama yok

Puanlama ekleyin
Çapa 1
bottom of page